20 Eylül 2012 Perşembe

minik notlar.

Merhaba!

Blog yazma konusunda çok amatörüm, umarım hoşunuza gidiyordur.

Gezi üzerine yazıyorum çünkü seyahat etmek hayatımda çok önemli bir yer tutuyor, olmazsa olmazım. 
Çok fazla gezilip görülecek şeylerle ilgili yazmak istemiyorum, her yerde bu bilgileri bulabiliyoruz. Daha çok benim bir yere giderken internet araştırmalarım sonucu eksik gördüğüm şeyler üzerine yazmaya çalışıyorum.
Yemek yemekten keyif alan biriyim ve eğlenmeyi de çok seviyorum bu yüzden ağırlığımı yeme içme eğlenme üzerine verdim.

Aklımda kalan fiyatları yazmaya çalışıyorum ki, size seyahat bütçenizi ayarlarken yardımcı olsun.

Önerilerinizi ve yorumlarınızı bekliyorum.

İyi yolculuklar.

Begüm.

London Calling.

Merhaba.

Bu seferki durağımız asil şehir Londra. 

Kafamdaki Londra, yağmurlu ve güneşsiz ikliminden midir bilmem, sevimsiz ve soğuk insanlarla dolu bir yerdi. Seveceğimi düşünmemiştim. Ama beni çok şaşırttı ve en sevdiğim avrupa şehirleri sıralamasında zirveyi zorladı. 



Londra maceramız bir dizi şanssızlıkla başladı. Şubat ayı için üç ay öncesinden ayarladığımız turumuz, avrupayı etkisi altına alan son yılların en şiddetli kar fırtınası nedeniyle önce ertelendi daha sonra tur şirketi tarafından iptal edildi. Ama biz yılmadık ve yaptığımız baskılar sonucu bize özel bir tur ayarlanmasını sağladık :). Sonuç olarak ilk ayarlanan tarihten üç hafta sonra, dokuz arkadaş, tur rehbersiz olarak Londra'ya ayak bastık.

Gitmeden önce Alfa yayınlarının Londra rehberini almıştım ve çok memnun kaldım diyebilirim. İçindeki önerileri gayet başarılıydı. Tavsiye ederim.




Londra kendine özgü mimarisiyle, geniş caddeleriyle diğer avrupa şehirlerinden farklı. Kentin simgeleri kırmızı  çift katlı otobüsler ve telefon kulubeleri sokakları renklendiriyor, nostaljik taksileri farklı bir havaya bürünmenizi sağlıyor. Şehrin modern binaları ve gökdelenler tarihi yapıyla güzel harmanlanmış. 

Trafik sorununu bir çok avrupa şehrinde olduğu gibi şehir merkezine arabayla girişi ücretli yaparak çözmüşler. Zaten inanılmaz gelişmiş bir metro ağı olduğu için çok arabaya ihtiyacınız pek olmuyor. Biz gider gitmez ulaşım için bizdeki akbil işi gören 'Oyster Card' temin ettik. Londra 'zone' lara bölünmüş halde. Merkez zone 1, ve şehir dışa doğru zone 2,3.. olarak genişliyor. Oyster kartlarımızı da zonelara göre haftalık yada aylık sınırsız paketler ile doldurabiliyorsunuz. Biz cahillikten 1 haftalık sınırsız 4 zone için geçerli bir paket seçtik yaklaşık 45 pound verdik, çok büyük hata yaptık. Bizim gibi 5 günlük bir gezi için sınırsız zone 1 paketi yeterli olur, diğer yerlere gidecek vaktiniz kalmaz, o da 15 pound. Zaten tarihi her şey zone 1 in içerisinde, biz 5 gün boyunca zone 1 den dışarı çıkmadık.




Çok fazla Londra nın inanılmaz tarihi zenginliğinden bahsetmek istemiyorum, anlatmakla bitmiyor, ayrıca bu tarz bilgileri her yerde bulabilirsiniz. Ben eğlenmece, yemece, içmeceden bahsedeceğim. :) Ama yine de görmeden gelmeyin dediğim yerleri başlıklar halinde yazıyorum, aklıma geldikçe eklerim.
British Museum, National Gallery, Tate Modern, Trafalgar Meydanı, Westminister, Bigben, Parlamento binası, Buckingham Sarayı, London Eye, China Town, Piccadilly Circus, Leicester Square, Oxford Street, Regent Street, Covent Garden, Tower Bridge, London Tower, Madame Tussauds.. ve tabi ki bir müzikal izlemeden de gelmeyin.

Dünyanın ilk metro durağı.
Bilginizin gibi İngiliz mutfağı diye adlandırabileceğimiz pek bir şey yok. Fish & chips yanında bira harika bir Londra öğünü.

İlk akşamımızda Alfa nın rehberinde gördüğüm, otelimize çok yakın olan  La Porchetta adında çok sevimli ve çok lezzetli bir italyan restoranına gittik. Sanıyorum ki meşhur bir yermiş çünkü çok kalabalıktı. Biz geç gittiğimiz için yer bulabildik. Küçük iki katlı bir yer, alt katı mahsen gibi. Çalışanlar, yemekler, şaraplar ve atmosfer çok iyiydi. Kişi başı yaklaşık 15 pound hesap geldi.

Bir akşam, bir çok yerde karşımıza çıkan Angus Steak House a gittik. Servis biraz yavaştı ama porsiyonlar çok büyük. Kırmızı ete doyuyorsunuz. Yemekler lezzetli ama biraz pahalı denebilir. Kişi başı yaklaşık 30 pound verdik.

İngiliz mutfağından umudumuz olmadığından yine bir italyan restoranına gittik. Montpeliano, Knightsbridge bölgesinde lüks sayılabilecek bir yer. İç mekanda oturduğunuz halde tavandan sarkan çiçekli saksılar nedeniyle bahçede oturuyor gibi hissediyorsunuz. Duvarlar yüzlerce çerçeveyle dolu. Çalışanlar italyan ve çok sıcak kanlılar. Yemekler ve şaraplar gayet lezzetliydi. Kişi başı yaklaşık 40 pound verdik.


Montpeliano
Londra genel olarak pahalı bir şehir. Fast food dışında 15 pounddan aşağı karnınızı doyurmak biraz zor. 10-15 pound arası publarda fish&chips, çin mahallesinde sınırsız sushi yada çin yemeği yiyebilirsiniz. (Biz onlarca sushi restoranı arasında kararsız kalıp değişik iç mekanı nedeniyle Sushi Ga  Ga yı tercih ettik, sınırsız sushi ve kore yemeği yedik, çok memnun kaldık.) Kahvaltı için neredeyse her sokakta bulunan Pret.A.Manger da 3-10 pound arası çok lezzetli sandviçler yiyebilirsiniz. 

Londra gece hayatı bir çok avrupa şehrine nazaran çok renkli. Her tarzda her bütçeye uygun eğlence mekanı bulunabiliyor. Eğer kız kızaysanız hemen yanınıza birilerinin gelip dans etmek isteyeceklerini de belirtmeden geçmeyelim.
Gece hayatı için tabi ki öncelikli durağınız Leicester Square olmalı. Bu bölge Taksim gibi, bir çok tarzda mekanı yan yana bulabilirsiniz. Kluplere girişler genelde 5 pounddan başlıyor, ama tabi ki giriş ücreti arttıkça mekan kalitesi de artıyor. Biz bir gece One adında beş katlı bir yere gittik. Her katta farklı müzik çalıyor, çok büyük bir mekan ama havalandırma sorunu var içeride nefes almakta zorlandım, pek tavsiye ettiğimi söyleyemem. 
Sokakta yürürken anlaşmalı elemanlar size 15 pounda 5 mekan tekliflerinde bulunabilirler. Tüm gece aynı mekanda durmak istemiyorsanız cazip bir teklif. Biz bu şekilde 5 yer gezdik ama isimlerini hatırlayamadım, tavsiye ederim.
Londradayken bir Irish Pub a gidip çeşit çeşit biraları da deneyin derim. Benim önerim O'neill's .


The Wellington
Knightsbridge bölgesinde The Wellington a mutlaka gidin. İlginç iç mekan tasarımıyla ödül almış. İnternet sitesini incelerseniz ilginçten kastımı anlayabilirsiniz :). Giriş biraz sıkıntılı, kapıda bekletiyorlar, içeride para harcayacağınıza emin olmak istiyorlar ama bir şekilde içeri alıyorlar. Giriş 20 pound, içeride şişe 200-400 arası, barda içkiler 15 pound civarı. Anlayacağınız üzere biraz pahalı bir yer. Ama görülmeye değer.


The Wellington
Londra nın meşhur Pacha, Fabric ve Tiger Tiger adında gece klupleri var. Genel olarak sadece turistlere yönelik yerlere gitmeyi tercih etmiyorum, fazla büyütüldüklerini düşünüyorum. Ama bu klupler aklınızda bulunsun, niye bu kadar meşhurlar diye görmek istersiniz belki.





The Clash London Calling:



2 Eylül 2012 Pazar

Fransız Rivierası

Merhaba sevgili geziciler. Bu seferki durağımız Fransız Rivierası.

Akıllı telefonlar hayatımıza girdi gireli dijital kameraları bir kenara attık. Telefonumdan bol bol fotoğraf çekmiştim ki tatilimin son günü telefonumu kaybettim. Bu yüzden fotoğraf makinasıyla çektiğim 3-5 resim kaldı tatilden geriye. Bu sefer bol yazılı, az fotoğraflı bir hikayem var. Baştan söyleyeyim dedim. :)

Bu yaz 27 temmuz - 3 ağustos arasında üç kız kendimizi fransız sahillerine attık. Bir ay öncesinden tatilimizi expedia üzerinden ayarladık. -Expedia, uçak bileti, konaklama, araba kiralama gibi hizmetleri, tek tek yada paket olarak, gayet uygun fiyatlara sunan bir site. Amerika merkezli olduğu için fiyatlar dolar üzerinden.- 

İlk başta planımız Nice, Cannes ve St. Tropez de konaklamaktı ama küçük bir araştırmadan sonra araba kiralayıp bütün tatil Nice'te gecelemenin çok daha ucuz olduğuna karar verdik. Yedi gece Nice'te konaklama ve gidiş - dönüş uçak biletine kişi başı 780 dolar verdik. (Ne kadar önce ayarlarsanız, fiyat o kadar düşüyor.)

Araba kiralamayı maalesef son dakikaya bıraktık. Uçağa binmeden hemen önce, -bir hafta önce ayarlasaydık 7 günlük fiyata-  autoeurope aracılığıyla Hertz den 3 günlüğüne Toyota Auris Hybrid bir araç kiraladık. Vergisi, sigortası ve ne olduğunu anlamadığımız bir sürü ücretiyle arabaya 3 günlük toplamda 440 yuro vermiş olduk.

-Eğer avrupa nın herhangibir yerinde araba kiralamayı düşünüyorsanız en az bir hafta öncesinden kiraladığınıza emin olun.-

-Hatırladığım ücretleri yazmaya çalışıyorum ki siz de tatilinizi planlarken aklınızda fikir olsun.-

Ve herşeyi ayarladıktan sonra geldik güzel şehir Nice'e. Uçağımız cuma akşam üstü Nice'e indi. Bu kadar turist çeken bir şehir için eski ve küçük bir havaalanı var. Havaalanından şehir merkezine çok yakın olan otelimiz 45 yuro tuttu. Ayrıca 4 yuroya yine şehir merkezine otobüs varmış. 

Nice, Fransa'nın 5. büyük şehri ve adı gibi çok güzel. Şehir, vieux (eski) nice, yeni nice ve banliyölerden oluşuyor. Eski ve yeni şehri birleştiren, sahil şeridi boyunca uzanan geniş caddenin adı 'Promenade des Anglais'. Bu cadde boyunca palmiyeler, lüks oteller, lüks evler ve lüks mağazalar var.
Eski şehir 17. ve 18. yy klasik avrupa mimarisinin izlerini taşıyor. Sarı tonları ağırlıklı binaları yeşil panjurlarla renklendirmişler. Daracık sokakların çıktığı küçük meydanlar turist avcısı kafelerle dolmuş. Buraya tatile gelmek için güzel bir zaman dilimi seçtiğimizi düşünüyorum, her yer çok hareketliydi.

-Yine küçük bir tavsiye, meydan demek, turistler için kalitesiz yemek demektir. Mümkün olduğunca meydanlarda yemek yememeye çalışın. Yerel insanlarla tanışabiliyorsanız onlardan tavsiyeler alın.-


eski şehirden bir sokak.
Genel olarak bütün tatil yemek konusunda çok şanssızdık. Yediğimiz yemekler çok kötüydü, içinden böcek çıkan da oldu, plastik bıçak çıkan da. Sahil şeridinde fransız mutfağından çok italyan mutfağı hakim gibi. Her menüde pizzalar, makarnalar, her sokakta italyan dondurmacıları... 

Nice e özgü Nicoise adına yeşillikler, ton balığı ve ançuez den oluşan bir salataları var. Ben pek ançuez hayranı olduğumu söyleyemem ama gelmişken denedim.

Fransızlar kesinlikle İngilizce konuşmuyor, anlıyorlar ama inatla Fransızca cevap veriyorlar. Fransızca bilen biriyle tatile çıkarsanız çok rahat edersiniz. 

Güzel yemeklere meraklıysanız, Nice te uğramadan gitmeyin dediğim ilk yer Le Bistro d'Antoine . Fransız mutfağının en güzel yemeklerini mükemmel şekilde sunan küçücük bir yer. 2-3 gün önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor, sürekli dolu. Fiyatları çok uygun. Bütün tatil boyunca yediğim en güzel yemeklerdi.
ikinci olarak doyasıya deniz ürünü yemeği sevenler için Boccaccio . Çalışanlar akıcı olarak italyanca ve ingilizce konuşuyor. Rue Massena da bulunuyor. Biraz pahalı ama değer.
Son olarak Quebec pizza. Yine Rue Massena da. Kahvaltı içinde ideal. Amerikan ve Kanada usulu büyük porsiyonları var. Pizzası çok meşhur ama benim için fazla yağlılardı. Fiyatları uygun.


place massena
Gece klupleri pek güzel değil. Daha çok 'pub' ağırlıklı bir şehir. Eski şehrin içinde birçok küçük bar var.

Biz ilk gecemizde Promenade des Anglais de bulunan ve çok meşhur olduğunu duyduğumuz, avrupanın ve amerikanın bir çok yerinde şubesi bulunan, 'High' adlı klube gittik. Giriş 10 yuroydu. İçecekler de 10 yuroydu. Mekan çok büyük ama müşteri kalitesi ve yaş ortalaması çok düşüktü. Çalan müzikte pek benim tarzım değil. ama biz yinede eğlendik :)


palace massena gece.
İkinci günümüzün sabahında arabamızı teslim aldıktan sonra denize girmek için, çok güzel manzarası olan bir rotadan 10-15 dakika mesafedeki St. Jean-cap-ferrat adlı bölgeye gittik. Denizi güzeldi ama plaj taşlık ve halk plajı. Yani şezlong, şemsiye ve yiyecek içecek gibi hizmetler yok. Sadece küçük bir büfe var. Havlunuzu yere serip uzanıyorsunuz.

Başka bir gün yine denize girmek için yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Antibes e geldik. Uçakla üzerinden geçerken harika görünen plajları gözüme hemen kestirmiştim ama deniz beklediğimiz kadar güzel değildi. Nice yakınında kum plajı olan tek bölge burası. Ama deniz dalgalı ve kum olduğu için bulanıktı. Şezlong ve şemsiye ücretleri 20 yuro civarı.

Biz çok büyük ön yargılarla Nice in merkezinden son güne kadar denize girmedik. Şehir merkezi olduğu için denizin pis ve güzel olmayacağını düşündük. Ama yanılmışız. Bütün tatil boyunca gittiğimiz her yerden daha güzeldi. Üç saat sudan çıkmamış olabilirim. Özellikle arabanız yoksa, trenle başka yerlere denize gitmek için uğraşmayın. Nice in merkez plajları şaşırtıcı derecede güzel. Kafelerin önündeki şezlong ve şemsiye hizmetleri yine 20 yuro civarı. Benim güneşe alerjim olduğu için şemsiyeye muhtacım ama tabi ki ücretsiz halk plajı da var, şemsiyesiz ve şezlongsuz.

Ve gelelim 'çılgın' St. Tropez' e. Gerçekten buranın eğlencesini betimleyecek kelimeler bulamıyor olabilirim. Çılgın, saçma, gereksiz, inanılmaz, çok iyi, çok kötü, kalabalık gibi kelimeler geçiyor kafamdan. Bilemiyorum bende. Tek bildiğim çok fazla eğlendiğimiz.
Cumartesi akşamı Nice ten yaklaşık bir buçuk saat süren araba yolculuğundan sonra St. Tropez e vardık.

St. Tropez e 15 dakika mesafede St. Martins diye bir yer varmış ve genelde turistler uygun fiyata orada konaklıyormuş.  Konaklama için geceliğine 500 yuro vermek istemiyorsanız aklınızda bulunsun.


St. Tropez de herşey çok uç. Eğlence de lüks de çok uçlarda. Arabamızı park ettiğimiz yerin yanındaki otoparkta gördüğümüz arabaları satsak, Afrikayı açlıktan kurtarabileceğimize karar verdik. Aynı otoparka park etmiş üç Royce Royce, iki Bugatti, beş Aston Martin, özel yapım klasik bir Porsche, sayısız Ferrari gibi araçlar İstanbul da görmeye alışkın olduğumuz bir manzara değildi sonuçta :)

Önceden araştırdığımız çok meşhur iki gece klubu vardı; V.I.P Room ve Les Caves du Roy. Biz Les Caves du Roy u tercih ettik ve galiba doğru bir seçimdi.
Kapıda giriş biraz sıkıntılı. Uzun bir kuyruk oluyor ve seçerek içeri alıyorlar. Biz on ikiye doğru sıraya girdik ve sıranın başlarındaydık. Yaklaşık yarım saat bekledikten ve kapıdaki görevlilere bin bir türlü şirinlik yaptıktan sonra içeri girdik ve bizden kısa bir süre sonra içerisi tıka basa doldu.
İçeriyi tarif edemiyorum. Sanki insanları on yıl mağaraya kapatmışlar ve o gün eğlenmeleri için dışarı salmışlar. Böyle bir 'çılgınlık' ben daha önce görmedim. İçerisi 'Jet sosyeteden' insanlar ve dünyaca ünlü tanıdık kişilerle doluydu. Şampanyalar havalarda uçuştu bütün gece. Ve bizde kendimizi ortamın enerjisine kaptırıp çok eğlendik.
Mekana giriş ücreti yok. İçeride bardak içkiler sabit fiyat, 26 yuro, ama bardaklar pek büyük değil. Şişe açtırmak ise cesaret işi, 100.000 yuro ya bile içki var.
Kesinlikle uğramadan dönmeyin.


Les Caves du Roy Menu.
Sabah beş gibi mekandan çıktık ve kalacak yer ayarlamadığımız için üç saat kadar arabada uyuduk :) Erkenden uyanıp merkezde çok sevimli ve önünde uzun kuyruklar olan bir pastanede kahvaltı yaptık. Ne yazık ki adını hatırlayamıyorum, kesinlikle tavsiye edeceğim bir yerdi. 
Denize girmek için Club 55 adlı plaja gittik. Güzel beyaz kumlu bir plaj ama denizi pek harika değildi.
Plajlara giderken önceden rezervasyon yaptırmayı unutmayın. Biz rezervasyonsuz olduğumuz için arkalarda oturduk ve açılır açılmaz gitmeseydik muhtemelen yer bulamazdık. Burada da şezlong ve şemsiye ücreti yaklaşık 25 yuroydu.

Club 55
Club 55 in restorantı çok meşhurmuş, yemekleri çok güzelmiş. Ama biz plajdan sonra şehir merkezini gezip orda yemek yemeği tercih ettik ki gittiğimiz L' Indochine a la Brasserie Tropezienne adlı yerde yemeğimizden böcek çıktı. Aklınızda bulunsun oraya gitmeyin :)

Merkezin sevimli sokaklarını gezip marinadaki güzel teknelere baktıktan sonra St. Tropez de aklımızı bırakarak Nice'e döndük.

Pazartesi akşamı rotamızı Monaco ya çevirdik. Arabamıza atladık ve 20 dakika sonunda bağımsız bir krallık olan Monaco ya varmıştık bile. Girişte pasaport kontrolü yok, elinizi kolunuzu sallayarak giriyorsunuz. İlk olarak Monaco Grand Prix inin düzenlendiği sokaklarda araba sürüş keyfi yaşayıp manzaranın keyfini çıkardıktan sonra Monte Carlo da ki meşhur kumarhanenin yanında bir kafeye oturduk. Pazartesi gecesi olduğundan mıdır bilmiyoruz ama her yer çok sakindi, hiç hareket yoktu, kumarhaneyi gezip yine birbirinden güzel arabaları inceledikten sonra geri döndük.

Son durağımız Cannes oldu. Arabamızı iade ettiğimiz için tren ile 40 dakika süren bir yolculukla Cannes e geldik. Cannes küçücük bir şehir. Sahil şeridinde yine palmiyeler, çok lüks oteller, mağazalar, kafeler var. Rue d'Antibes ana alışveriş caddesi. Bu caddede Jean-Luc Pele Atelier da muhteşem pasta ve makaronları yemeden geçmeyin.

Cannes plajı.
Şehirde gezindikten sora marinanın arka tarafında denize girdik. Yine pırıl pırıl bir denizle karşılaşamadık.



Son olarak Cannes Film Festivali gibi bir çok önemli organizasyonun gerçekleştirildiği Festivaller Sarayına gidip kırmızı halıda fotoğraflarımızı çektikten sonra geri döndük. 

Cannes i gezmek için bir gün doya doya yeter ama biz akşam kalıp Cannes gecelerini göremediğimiz için birazcık pişman olduk.

Uzun uzuuun anlattıktan sonra özetlersek, bu tatil benim için çok keyifliydi. Tekrar ziyaret edilecekler listemde Nice ve St. Tropez kesinlikle var, Cannes olmasa da olur :)

Umarım hoşunuza gitmiştir. Bir sonraki yazım Londra hakkında olacak.

Görüşürüz.

Begüm.

.

Mikanos & Santorini


merhaba sevgili geziciler. hemen en son yurt dışı gezimden bahsetmek istiyorum.

11-14 ağustos 2012 tarihlerinde annemle beraber Santorini ve Mikanos' a gittik. Çok uygun fiyata ayarladığımız gemi turu ile akşam 7 de Karaköy den yola çıktık. 

Gemi yolculuğu çok keyifli, özellikle kalabalık bir grup olarak giderseniz çok eğleneceğinize eminim.

ege denizinde bir yer.

Yunan adaları bana hep masal gibi gelir. Tablo gibi mimarisi, dar sokakları, yunan ezgileri ve tabi ki pırıl pırıl ege denizi. Uzun zamandır bir yere giderken bu kadar heyecanlanmamıştım. 
Özellikle ballandıra ballandıra anlatılan, çılgın eğlenceleriyle ünlü Mikanos u görmek için sabırsızlanıyordum. 

Hayalimde yemyeşil bir doğa içine konumlandırılmış beyaz küçük evler, mavi panjurlar vardı. Çünkü benim için ada demek yeşillik demek, biz İstanbul'da öyle gördük :) Küçükken yine gemi ile ailecek Rodos ve Girit' e gitmiştim ama hiç birşey hatırlamıyorum.

Tam 24 saat süren gemi yolculuğundan sonra Mikanosa yanaştık ve o da ne? 
Kurak, kapkara bir kara parçası. Ada graniten oluşuyormuş, bu nedenle çok fazla bitki örtüsü bulunmuyormuş. Gerçekten benim için küçük çaplı bir şok oldu :) 

mikanos a yanaşırken.

İlk şoku atlattıktan sonra karaya ayak bastık. Denizde geçen 24 saatin ardından kara parçasında olmak iyi hissettiriyor :).

Yunan mitolojisine göre burası Zeus ve Titanlar arasındaki savaşın geçtiği yermiş. Adını Apollo ve Rio' nun torunu, Anio' nun oğlu olan Mykonos tan almış.


Bu güne kadar gezdiğim yerler arasında en iyi pazarlanan yerin Roma daki İspanyol Merdivenleri olduğunu düşünmüştüm. Bence hiç bir özelliği, estetiği yok ve milyonlarca insan orayı görmeye geliyor. Şuan Mikanos İspanyol Merdivenleri ile ilk sırayı zorluyor.

Biz maalesef Türkiye olarak doğal güzelliklerimizin farkında değiliz, kıymet bilmiyoruz ve bunları satmaya, tanıtmaya hiç çaba harcamıyoruz.

Sokaklarda yürümeye başladığım zaman ilk izlenimim Bodrum' a çok benzediği oldu. Bir Bodrumkolik olarak hemen Bodrumla kıyaslamaya başladım. 

Mikanos bahsedildiği kadar sevimli; taştan dar sokaklar, beyaz evler, mavi panjurlar, güzel yemekler ile küçük bir ege kasabası. Ama o kadar. Çok büyütülecek bir yer değil. Anlatıldığı kadar inanılmaz değil. Bunların hepsi Bodrum da da var. Daha güzel yemekler, aynı çılgın eğlence, aynı deniz ve yemyeşil doğayı Bodrumda da bulabiliyoruz. Mikanosun öne geçtiği tek nokta adım başı bulunan sanat galerileri oldu. 

mikanos

Mikanosta evlerdeki özel şapellerle birlikte yaklaşık 1500 kilise bulunuyormuş. Nerdeyse 10 adımda bir küçücük kiliseler var.



minik kiliselerden biri.

Mikanos un şehir merkezi, korsan saldırıları ve rüzgardan korunmak için labirent şeklinde inşa edilmiş. Gerçekten de sokaklarda dolaşırken aynı yerden beş kere geçtiğinizi sonradan fark ediyorsunuz. 
Biz gemide konakladığımız için otelleri bilmiyorum ama Çeşme ve Bodrum gibi turistik yerlerle kıyasladığımız zaman ada pahalı değil. 

Bu sevimli adaya gelmişken, deniz kenarında deniz ürünleri yemeği, sanat galerilerini gezmeyi, değirmenlerden manzara izlemeyi ve o meşhur gece eğlencelerine katılmayı es geçmeyin.


değirmenler.

Gecemizi Mikanosta noktaladık, yaklaşık dört saat süren bir gemi yolculuğundan sonra Santorini' ye vardık.

Ve galiba Santorini hayallerimdeki Yunan adasıydı -tabi ki yine yeşil olmayanı :)- . Santorni, Mikanos' a nispeten daha sakin yaşantısı olan bir yer. Adaya yanaştığımız yerden Thira köyüne gitmek için teleferiğe binmemiz gerekiyordu. Teleferik 4 yuro. Çok dik ve açıkçası biraz korkunç, bizim kabinde çığlık atan bayanlar vardı, ama manzaraya değiyor :). Eğer korkarsanız eşeklerle yada yürüyerek tepeye çıkabilirsiniz ama yaklaşık yarım saat sürüyormuş.

teleferikten liman görüntüsü.
Thira merkez kabul ediliyor ama çok ilginç bir şey yok, çarşıyı hızlıca geçtikten sonra fotoğraflarda gördüğümüz mavi kubbelerin olduğu Oia köyüne gitmek için sekiz kişi, adam başı 15 yuro vererek bir minibüs kiraladık. Sonradan öğrendik ki kişi başı 1,6 yuro ya otobüsler varmış. Adaya ayak basmamızdan itibaren konuştuğumuz herkes çok kaba ve sinirliydi. Tek sevimli kişi olan şöförümüz, çat pat ingilizcesiyle bizle çok ilgilendi. Oia yolu üzerinde fotoğraf çekebileceğimiz iki noktada daha durduk.

ilk durağımızdan manzara.
Santorini de manzara tam anlamıyla nefes kesici. Ada genel olarak tepe denebileceği için hemen hemen her yer deniz görüyor. Saatlerce aynı yerde durup manzaraya bakmak istiyorsunuz.
Bu arada evlerin beyaz olması güneşten en az etkilenmek için, mavi kubbeler ve panjurlar, içeriye akrep girmesin diyeymiş, akrep mavi renge gelmezmiş.

İkinci durağımız İmorevigli köyünde bir kilisenin önüydü.

ikinci durağımızdan manzara.
İkinci durağımızda da manzaranın tadını çıkardıktan sonra Oia ya vardık. Bu bölge yine daracık sokakları, lüks otelleri, harika manzarası, günbatımı ve mavi kubbeleriyle ünlü. 



Ada da evler volkanik kayalar üzerine inşaa edilmiş. Adaya genel olarak yunan mimarisi hakim. Eskiden Oia'da diğer yapılara göre nispeten büyük, ortaçağ ve Venedik mimarisi karışımı olan yapılar kaptanlara aitmiş. Bu yapılar, adaya bir zamanlar Venediklilerin hakim olduğunun hatırlatıcıları gibi. 

Oia' da yaklaşık 2 saat manzaranın tadını çıkarıp, bol bol fotoğraf çekip, küçük hatıra eşyalar aldıktan sonra denize girmek için Kamari plajına gittik.

Adada iki adet meşhur plaj var. Biri Kamari diğeri Perissa. Biz biraz daha yakın olduğundan Kamari' yi tercih ettik.
Volkanik bir ada olduğu için plaj da koyu renk taşlık. Deniz bahsedildiği kadar güzel değildi. Belki suyun altı siyah renk taşlarla dolu olduğu için çok temiz bir deniz gibi hissettirmedi bana. 


Kamari plajı.
Gemimizin son durağı İzmirdi ve plajdan sora İzmire doğru yola çıktık. 

Geziden genel olarak memnun kaldık ama gemiye bağımlı olduğumuz için iki adada da kısıtlı zamanımız vardı. Bir daha gitmeye karar verirsem gemi yolculuğunu tercih edeceğimi sanmıyorum. 


Dönüş yolundan.
Umarım hoşunuza gitmiştir. Bir sonraki yazım Fransız Rivierası ile ilgili olacak.
Görüşürüz :)

Begüm.


...

Merhaba!


üç yıl önce öğrenci değişim programıyla Roma ya gittiğim zaman babamın tavsiyesiyle blog açmaya heveslenmiştim. hatta arayüzünü bile oluşturmuştum ama tembellikten midir, üşengeçlikten midir bilmiyorum, sürekli erteledim, ve bu gün sevgili arkadaşımdan aldığım gazla yazılarıma başlıyorum :)

sevgili bloğum gezdiğim, gördüğüm yerlerden aklımda kalan güzel ayrıntılardan oluşacak.

umarım hoşunuza gider.


ve en güzel yol filmiyle tekrardan merhaba...
*into the wild











begüm.